KAYIP
Kaybettiklerimiz,
Kaybetmek istemediklerimiz,
Kaybetmeyi göze alamadıklarımız,
Kaybettiklerimizi kabullenemediklerimiz…
Yaşamın farkındalığına vardığımız andan itibaren başlar kayıplarımız…İnsanoğlu yaşam savaşını kazanmaya programlandığı için mi kaybetmek acıtıyor yüreğini ya da kabullenemiyor kayıplarını…Yoksa kaybettiği bir çok şeyi kontrol edememenin öfkesi mi ? Kaybetmemek uğruna harcanan çabaların boşa gitmesinin ardından yaşadığı çaresizlik mi?
Kayıp anında duygularımıza o kadar odaklanırız ki, düşüncelerimizi çözümlemeye pek fırsatımız olmaz. Kaybettiğimiz bir nesnenin ardından yaşadığımız acı neyin acısıdır hiç düşündük mü?. Acı veren duygular kaybedilen nesneye mi yönelik, yoksa kaybettiğimiz şeyin bize hissettirdiklerine mi? Sanırım ilk anda herkes kaybettiği nesneye dair acı yaşadığını söyleyecek… Oysa ki biraz durup düşünürsek, kaybettiğimiz nesneyle birlikte neler kayboldu hayatımızda? Neler yok oldu? Alışkanlıklarımız, yaşam standartlarımız, duymaya alıştığımız sözler, görmeye alıştığımız yüzler, sevmeye doyamadığımız kalpler…Sevmeye mi yoksa sevilmeye mi? En çok ne yaralar yüreğimizi? Sevgi nesnesi tarafından artık bir daha sevilmeyeceğimiz hissidir insanı en çok yaralayan. Hem maddi hem de manevi kayıpların tek ortak noktasıdır sevgi kaybı. Sevmenin ve sevilmenin çeşitli koşullara bağlandığı günümüzde yaşanan her kayıp, aslında sevgi kaybıdır derinden baktığımızda…
İnsanoğlunu en çaresiz bırakan kayıp kuşkusuz sevilen birinin ölümüdür. Ölen kişinin ardından yaşadığımız acı, onu bir daha göremeyecek olmamız mı, yoksa bir daha onu öpüp koklayamayacağımız, ona sarılamayacağımız, ona ihtiyacımız olduğunda şefkatinden yoksun olacağımız mı? Günümüz teknolojisi, ses ve görüntü kayıtları, onu görmek, sesini duymak gibi özlemlerimize çare bulmuştur. Ancak onunla yaşadığımız hisleri hangi teknoloji ile yaşayacağız. Hangi teknoloji bize sarılmanın sıcaklığını, dokunmanın tarifsiz hazzını yaşatacak? Hangi teknoloji onun varlığını hissettirecek? İşte en acısı, en dayanılmazı bu değil mi?
Kayıplarımızın bir kısmı bizim kontrolümüz dahilinde olurken, çoğu bizim kontrolümüz dışında gelişir. Ama her ikisinde de yaşadığımız duygu ortaktır SUÇLULUK. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri bile “acaba”larla sorgularız. Hep bir sorumlu aramak gerekliymiş gibi hissederiz. “Eğer öyle değil de şöyle yapsaydım”, “Eğer o zaman değil de şu zaman gitseydim”, “Eğer onu değil de bunu söyleseydim” vb, vb, Sonuç değişir miydi? Cevap kocaman bir HAYIR. Cevabını bildiğimiz soruları kendimize tekrar tekrar sorup dururuz. Bir sorumlu bulunca sonuç değişecekmiş gibi gelir. Sorumlu bulmaya çalışarak, gidenleri geri döndürecek kudreti ararız. Tüm bunları sorgularken aslında yaşayacağımız acıyı erteliyoruz. Geciktiriyoruz gerçek kayıpla yüzleşmeyi, kabullenmeyi…Kabullenmek, kaybettiğimizi, artık bir daha dönmeyeceğini, artık bir daha sevilmeyeceğimizi, artık bir daha bizim olmayacağını anlamak…Kabullenmek gidenin ardından hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Kabullenmek, onsuz da yeni başlangıçlara adım atabileceğini, zor da olsa, ona ihtiyaç duymadan yaşanabileceği gerçeğini…
Dr.Sacide Üstünsoy Çobanoğlu